top of page
zanileart

SAHTE HUZUR ÇAĞI

Günümüz dünyasında teknoloji, her alanda insanı dönüştüren bir güce sahip. Robotlar fabrikalarda çalışıyor, ameliyatlar yapıyor, sanat eserleri üretiyor, çeviriler yapıyor ve hatta müzik icra ediyor. Hatta iletişim, dostluk, sevgi gibi insana özgü değerler bile dijitalleşiyor. Artık işçiler, temizlikçiler, müzisyenler ve doktorlar yerlerini robotlara bırakmaya başladı. Bu hızla devam ederse, insana ait olan her şey teknolojiye devredilecek gibi görünüyor. Belki çok yakın bir gelecekte, “insan” dediğimiz varlık, özgür iradesini ve bireysel duygularını kaybedecek; çünkü hisleri bile çiplerle yönetilebilir hale gelecek.

Bu durum, insan özgürlüğü ve varoluşunun anlamı üzerine büyük bir tehdit oluşturuyor. İnsanın kendi hislerini, duygusal bağlarını ve en derin deneyimlerini bile teknolojiye teslim etmesi, insanlığın kendi öz benliğinden ve ruhsal derinliğinden vazgeçmesi demek. Kendi duygularını kontrol edemeyen, spontane duygusal tepkiler veremeyen bir insan, belki de artık insan olarak tanımlanamayacak. Özgünlük, bireysel tercih, hatta sevgi bile algoritmalarla programlandığında, insani değerler mekanikleşecek ve “gerçek” anlamını yitirecek.

Teknolojinin insana ait tüm alanlara nüfuz etmesi, cinsellikte de kendini gösteriyor. Seks robotları, cinselliğin insani yönünü dijitalleştirerek, insan ilişkilerinin yerini almaya başlıyor. Bu robotlar, insanlar için giderek daha cazip hale gelirken, gerçek duygusal bağlar ve cinsel deneyimler yerini mekanik bir tatmine bırakıyor. Cinsellik bile bireyin özgün bir deneyimi olmaktan çıkarak, dijital bir ürün haline geliyor. Sevgi, yakınlık ve cinsellik gibi en mahrem duygular bile mekanikleşerek, insanların birbirlerine duyduğu doğal çekim ve bağlılık tamamen kaybolabilir.

Bu, sevgi ve bağlılığın insanın doğal bir parçası olarak değil, önceden programlanmış bir tatmin aracı olarak algılanmasına yol açıyor. Seks robotlarının yaygınlaşması, insana özgü olan yakınlık ve bağlılık kavramlarının içini boşaltarak, insanın özüne yabancılaşmasına neden olabilir. Gelecekte belki de sevgi ve cinsellik gibi en insani duygular, kişisel bir deneyimden çıkıp teknolojiye bağımlı bir tatmin aracı olarak görülecek. Bu dönüşüm, yalnızca teknolojiye bağımlı bir toplum değil, aynı zamanda insani duyguların anlamını yitirdiği bir dünya yaratma tehlikesi taşıyor.

Özgür irade, bireysel hisler ve duygusal derinlik insanı insan yapan temel değerlerdir. Ancak gelecekte çiplerle yönlendirilen bir his sistemine sahip olan bir insan, kendi duygu dünyasına bile yabancı hale gelebilir. Belki de o dönemde, sevgi ve dostluk bile yapay bir tatmin duygusu yaratarak insana gerçek değil, programlanmış bir mutluluk sağlayacak. Bu, bir anlamda “sahte mutluluk” ve “sahte huzur” çağıdır. Birey, hissediyormuş gibi yapar ama hislerin kaynağı kendine değil, bir yazılıma aittir.

Bu yüzden bizim kuşağımız, insanın öz değerlerini, duygularını, anlam arayışını korumaya çalışan son kuşak olacak belkide. Teknolojiye teslim olmamak, insan olmanın özünü kaybetmemek için mücadele eden bir nesiliz biz. Bu mücadele, belki de bugünkü genç nesiller veya gelecekte doğacak olanlar tarafından anlamlandırılamayacak. Gelecek nesiller için bu kaygıların ve dirençlerin bir adı bile olmayacak. Onlar için her şey doğal bir uyum içinde ve önceden programlanmış olacak. İtaat, kabullenme ve uyum sağlama, bireysel özgürlükten ve sorgulamadan daha değerli hale gelecek.

Edebiyat, sanat, felsefe gibi insanın içsel dünyasını ifade eden alanlar bile artık robotlar tarafından icra edilebiliyor. Yapay zekâ, insanın yazdığı gibi yazabiliyor, duygular yaratabiliyor gibi görünüyor. Ancak o yazının ardındaki gerçek deneyimi, duyguyu ve anlamı gerçekten hissedebilmesi mümkün mü? Edebiyatın, insanın korkularını, arzularını, acılarını ve sevinçlerini yansıtan bir ayna olduğunu düşünürsek, bu aynayı insan ruhunun karmaşıklığını yansıtmadan nasıl oluşturabiliriz?

Bizim kuşağımızın bu teknolojiye karşı direnişi, insan olmanın anlamını koruma mücadelesidir. Ancak gelecekte belki bu direnişin bile anlamı kalmayacak. İnsanın kendi iradesini, özgür hislerini, hatta düşünce ve duygu özgürlüğünü kaybettiği bir toplum, insanlığın öz değerlerini tamamen unuttuğu bir toplum olma ihtimali yüksek. Bu kaygılar ve bu dirençler, yalnızca insan olmanın özünü korumaya çalışan bizlerin hikâyesi olarak kalacak belkide.

Bu noktada, geçmişteki insan olma mücadelesini ve değerlerini hatırlatacak olan şey, belki de bırakacağımız edebiyat, sanat ve düşünce mirasıdır. Çünkü özgürlük, insani değerler ve ahlaki anlam, gelecekte yalnızca bu mirasın satırlarında yaşayacaktır.

Ancak tüm bu teknolojik gelisimleri görmemize rağmen yine de kendimize bir suclu arıyoruz: Y kuşağı, z kuşağı milenyum kuşağı diye. Oysa tüm bu sorunları yalnızca yeni neslin omuzlarına yüklemek haksızlık olur; çünkü bu sorunlar, gençlerin kendi tercihlerinden ziyade, teknolojinin gelişerek onları esir almasıyla ilgilidir. Onlar bizim değerlerimizin içine değil, teknolojinin icine doğuyorlar. Dolayısıyla, bu değişimle nasıl baş edileceği sadece bizim kuşağın kaygılarının bir yansımasıdır. Yeni nesil ise bizim kaygılarımızı anlamayacak, çünkü onların dünyası bizim endişelerimizle değil, teknolojinin onlara sunduğu olanaklarla şekilleniyor. Biz, bu dünyadan ayrılırken kaygılarımızı ardımızda bırakacağız. Onlar ise, belki bir gün teknolojinin bir anda yok oluşuyla karşı karşıya kaldıklarında, ilkel bir dünyayla yeniden tanışacaklar; şaşkın ve deneyimsiz bir şekilde, doğaya yeniden uyum sağlamak için belki de atalarımız gibi adım adım doğayı tanıyarak evrim geçirecekler. Kim bilir?

Ben bu sahte ’huzur çağı’ diye, adlandırdığım çağa  “dijital tarikat” diyorum! Günümüzde teknoloji, insanların düşünce yapısını, günlük yaşamlarını ve değerlerini öyle güçlü bir şekilde şekillendiriyor ki bu dijital bağlılık, neredeyse bir tarikat benzeri bağımlılığa dönüşüyor. Dijital dünyada çoğumuz, tıpkı tarikatta olduğu gibi bir düzen, ritüeller ve hatta bir tür “inanç sistemi” ile yaşıyoruz. Sosyal medyanın “beğenilerinden” sanal kimliklerimize kadar her şey, adeta bir kutsallık kazanıyor ve dijital varoluş, gerçek varoluşun yerini alıyor.

Tarikatların üyelerine sunduğu aidiyet, kabul edilme ve bağlılık hislerini bugün birçok insan dijital dünyada buluyor. Aynı zamanda, bu “dijital tarikat” içinde bireyler, özgür olduklarını düşünseler de belli bir sistemin yönlendirmesine ve sınırlarına tabi oluyorlar. Bu bağımlılık, bireyin iradesini ve gerçek dünyadaki deneyimlerini gölgede bırakarak, onu sanal bir gerçekliğe hapsediyor.

Ayşe Nart

0 visninger0 kommentarer

Seneste blogindlæg

Se alle

Toplumsal Çürüme;

Bir toplum nasıl çürür? Bu süreç genellikle uzun vadeli bir çöküşün belirtisidir ve toplumsal dengeyi bozan birçok faktörden kaynaklanır:...

Opmerkingen


bottom of page